ir@yalova.edu.tr 0226 815 52 05

İnsani, Siyasi ve Hukuki Boyutlarıyla Filistin Paneli gerçekleştirildi.

İnsani, Siyasi ve Hukuki Boyutlarıyla Filistin Paneli gerçekleştirildi.

 

Yalova Üniversitesi’nde, 7 Ekim haftası dolayısıyla Yükseköğretim Kurulu’nun da teşvik ettiği yurt çapındaki “İlk Dersimiz Filistin” konulu etkinlikler kapsamında, İİBF desteğiyle Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından “İnsani, Siyasi ve Hukuki Boyutlarıyla Filistin” başlıklı bir panel düzenlendi.

İİBF 15 Temmuz Konferans Salonu’nda 8 Ekim 2025 tarihinde saat 11.00’de gerçekleşen programa, Yalova Üniversitesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Dr. Mehmet Ali Uğur konuşmacı olarak katıldı. Yalova Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Taner Tatar’ın yanı sıra çok sayıda öğretim üyesi, öğrenci, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve vatandaş da programa iştirak etti. Programın moderatörlüğünü Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkan Yardımcısı Dr. Haluk Doğan gerçekleştirdi.

Programın açılışında konuşan Prof. Dr. Taner Tatar, Filistin’de yaşananların yalnızca bölgesel bir mesele değil, insanlığın ortak vicdanını derinden yaralayan küresel bir zulüm düzeninin parçası olduğunu vurguladı. Tatar, İsrail’in eylemlerinin uluslararası hukukla bağdaşmadığını, bir devletten beklenebilecek sorumluluk ve meşruiyet sınırlarının tamamen dışında hareket ettiğini belirtti. İsrail’in uzun süredir devlet olmanın gerektirdiği sınır ve ilkeleri hiçe sayarak, terör yöntemleriyle hareket eden bir terör organizasyonu görünümü sergilediğini ifade etti.

Küresel sermaye ağlarıyla İsrail’in politikaları arasındaki ilişkiye de değinen Tatar, dünya genelinde belirli ekonomik ve siyasi çevrelerin bu yapıyı desteklediğini, böylece yalnızca bölgesel değil, küresel bir sömürü düzeninin ortaya çıktığını söyledi. Bu çıkar ağlarının ABD gibi devletleri de araçsallaştırdığını belirten Tatar, ortaya çıkan düzenin artık sadece İsrail’in değil, küresel düzeyde bir tahakküm sisteminin ürünü olduğunu belirtti.

Konuşmasında, İsrail’in eylemlerine karşı sessiz kalmanın ahlaki olarak kabul edilemeyeceğini dile getiren Tatar, insan olmanın gereği olarak her koşulda adaletin ve mazlumların yanında yer alınması gerektiğini vurguladı. Zulme karşı sözlü tepkinin bile bir karşı duruş biçimi olduğunu belirterek, bireysel ya da toplumsal her tavrın anlamlı olduğunu, hakikatin sesinin hiçbir zaman tamamen bastırılamayacağını ifade etti. Tatar “Biz de hakikat için bir söz söyleyelim, sözümüz dünyayı dolaşsın, hiçbir yere varmasa bile gökkubbede asılı kalsın ve bizim tavrımızın şahidi olsun” diye konuştu.

Son olarak, İsrail’in uzun yıllardır Ortadoğu’da izlediği politikaların bölgesel istikrarsızlığın temel nedenlerinden biri olduğuna dikkat çeken Tatar, Türkiye’nin bu süreçte stratejik ve manevi olarak hazırlıklı olması gerektiğini söyledi. Bölgede ortaya çıkan her kargaşa ve fitnenin arkasında İsrail’in etkisini görmenin mümkün olduğunu, bize düşman olana bizim de düşman olmamız gerektiğini belirtti. Türkiye’nin bir gün mutlaka İsrail ile doğrudan karşı karşıya geleceğini söyledi ve Türkiye’nin buna hazır olmasının elzem olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamladı.

Panelin moderatörü Dr. Öğr. Üyesi Haluk Doğan, panelistlere sözü devretmeden önce yaptığı konuşmasında katılımcıların aklından “böyle bir programın Filistin’deki zulmü durdurmaya ne katkısı olabilir?” sorusunun geçmiş olabileceğini belirterek bu soruya cevap verdiği bir konuşma yaptı:

“Yalova’nın bir köşesinde, bir konferans salonunda Filistin üzerine konuşmak için toplandık. Bazılarımızın aklından şöyle geçebilir: Biz burada konuşacağız da ne olacak? İsrail’in zulmü son mu bulacak? Gazze’de insanlığın vicdanını karartan o meşum görüntüler yok mu olacak? Sanki hadiseyi çözüme mi kavuşturabileceğiz? Sorular uzar gider.

Bu sorular iki açıdan anlaşılır. Bir yönüyle modern zihnin sürekli sonuca odaklanması dolayısıyla anlaşılır. Diğer yandan, bu sorular tam da bizim burada olma sebebimiz dolayısıyla  anlaşılır. Çünkü bui daha geniş bir telakkinin sadece bir parçasıdır. Bu, ne yaparsak yapalım zaten başaramayız anlayışıdır...

Biz fertler olarak bu soykırıma karşı bir şey yapamayız; biz toplumlar olarak buna engel olamayız; hatta biz devletler olarak bile buna karşı koyamayız… Birisi öteden der ki boykot yapıyorsunuz da ne oluyor? Öteki çıkıp der ki sokaklarda bayrak açıp yürüyorsunuz da, kınama metinleri yayınlıyorsunuz da, Sumud filosu dediğiniz birkaç gemiyle İsrail donanmasının durduracağını bile bile Gazze’ye doğru yola çıkıyorsunuz da, konferans salonlarında kendi kendinize oturup konuşuyorsunuz da ne oluyor? Bakınız, bu bazılarımızın iç sesinden ibaret değildir; bu aynı zamanda bize aktarılan büyük bir anlatının yankısıdır.

İşte bu salonlara kadar, toplumun adeta kılcal damarlarına kadar girmiş bir ‘söylem’in tezahürüdür. Bu söylemi en çok bizzat o vahşi eylemleri gerçekleştirenler yayıyor. Ne diye? Toplumların kahir ekseriyeti duyarsız seyirciler olarak kalmaya devam etsin ve ümidini kaybetsin diye.

İşte biz bugün burada bu söze karşı bir söz söylemek için toplanmış bulunuyoruz. Bu anlatıya karşı inşa edilen anlatıya katkı sunmak niyetiyle... Filistinli çocuklar için değil sadece; aynı zamanda kendimiz için, biz bizi kendimize getirelim diye yapıyoruz bunu.

Malumunuz, ‘söz uçar, yazı kalır’ diye bir vecize vardır. Biz onu hep söz uçup kaybolur gider, unutulur, ama yazı kalıcıdır diye anlarız. Bir başka yorum da şöyledir: Söz uçar, diyar diyar, zihinden zihne, gönülden gönle dolaşır, tesir eder. Yazı ise yazdığınız yerde durup kalır. Öyleyse bizim buradaki sözümüz de önemlidir ve değerlidir. Çünkü bir yönüyle bizi duyarlılığımızı ve ümidimizi canlı tutmaya davet edecektir.

Bu tabii sadece bir söylem meselesinden ibaret de değildir. Şöyle bir düşünelim. Gündelik hayatta bazen bir anda etrafımızdaki bir bebeğe, çocuğa gözümüz takılır. Sabah bir haber fotoğrafında gözleri kan çanağına dönmüş, korkuyla etrafına bakan, kıyafetleri yırtık, bedeni yara bere içinde, yıkılan betonların gri tozları her yerini kaplamış bir çocuk gelir aklımıza… Bir an donar kalırız, yutkunamayız.

Ancak zaman geçer ve bir süre sonra bu yutkunamadığımız anlar azalmaya başlar. Çünkü o içimizi yakan fotoğraflar çoğalır, artık her gün önümüze yüzlerce görüntü ve video düşmeye başlamıştır. Yavaş yavaş bu özdeşleştirmeler kaybolup gider. Sanki Filistinli çocuk diğer bütün çocuklardan farklıdır. Sanki onun kaderi aç kalmak, sürülmek ve ölüme mahkûm olmaktır.”

Doğan, bu hâlin bir “sıradanlaşma” hadisesi olduğunu belirterek Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramına atıfta bulundu: “Arendt, Adolf Eichmann’ın Nazi toplama ve imha kamplarını organize etmesi dolayısıyla yargılanmasını izlerken onun ne kadar soğukkanlı bir şekilde ‘ben sadece emirleri uyguladım’ dediğini görmüş ve bu tavrı anlamaya çalışmıştı. Demek ki böyle bir kötülük bu kadar sıradan bir insanın elinden çıkabiliyor tespitinde bulunmuş; bunu ‘kötülüğün sıradanlığı’ diye kavramsallaştırmıştı. Ancak İsrail kamuoyu bu nitelemeye şiddetle karşı çıktı.  ‘Sen kötülüğün sıradanlığı diyerek bize yapılanları nasıl sıradan göstermeye çalışırsın; bu yapılanları nasıl önemsizleştirirsin?’ dediler.

Bunu diyen Siyonistler, çok uzun yıllardır aynısını Filistin’de yapmaya devam etmekten geri durmadı; hatta kötülüğün başka anlamda sıradanlaştırılması çabasında oldular. Nasıl mı? Dünyayı Filistin’in buna mahkûm olduğuna inandırmaya çalışan söylem ve eylemlerle.”

Ciddi bir direnç mevcut ise de sıradanlaşma ve duyarsızlaşma hadisesinin dünya genelinde çok yaygın olduğunu ifade eden Doğan, sosyolog Richard Sennett’in bir anekdotuna yer vererek vekaleten yaşanan şiddet deneyiminin insanı gerçek acı karşısında duyarsızlaştırdığına dikkat çekti:

“Sennett, ‘Ten ve Taş’ isimli eserinin girişinde, askerde elini kaybeden ve metal protez kullanan bir arkadaşıyla savaş filmi izlediği bir tecrübesini anlatır ve bir tespitte bulunur. Filmde kanlı sahneler alkışlanırken, gerçek hayatta savaşın izini taşıyan o protez eli gören seyircilerin kendilerinden uzaklaştığını aktarır. Demek ki, seyirci kaldığımız, temsil edilen deneyimlerle yaşanan deneyimler arasında bir uçurum vardır. Savaş zaten onu yaşamayan insanların idrakinin çok ötesinde bir vakadır. Ancak seyircilik deneyimiyle gerçeklik hissi daha da zayıflamaktadır. Neticede pasifleşme ve duyarsızlaşma getirir ki duyarsızlıktan ise umut doğmaz.”

Doğan, “İşte tam da bu yüzden hassasiyetimizi ve ümidimizi her şeye rağmen ayakta tutmak elzemdir” diyerek konuşmasını Latin şair Virgilius’un şu dizeleriyle sonlandırdı:

“Bana mesken olan toprak,
Sende savaş belirtileri var.
Savaşa hazırlanıyor bu sürüler, bu atlar.
Ama biz onların sabana koşulduğunu da gördük,
Aynı boyundurukta yürüdüklerini de;
Barış umutlarımız yok olmuş değil yine de.”

Panelin devamında panelistlerin konuşmaları ve soru cevap kısmı gerçekleştirildi.

Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu konuşmasında, elimizden gelen bir söz söylemekse onu söylemekle yükümlü olduğumuzu belirterek, Filistin’in tarihte hiç olmadığı kadar uluslararası gündemde yer aldığını ve İsrail’e yönelik tepkilerin geçmişe kıyasla daha güçlü bir ivme kazandığını ifade etti. Bu durumun aynı zamanda Hamas’ın stratejik bir hedefi olduğunu belirten Karaoğlu, Gazze’nin 7 Ekim 2023’ten önce de çok farklı bir durumda olmadığını; uzun yıllardır sistematik biçimde bir “açık hava hapishanesi”ne dönüştürüldüğünü görseller eşliğinde anlattı. Gazze’nin neredeyse tamamının fiili işgal altında olduğunu belirterek on binlerce insanın dünyanın gözleri önünde acımasızca katledildiğini belirtti.

Karaoğlu, konuşmasının devamında, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının uzun bir tarihe dayandığını, bu tarihi sürecin salondaki katılımcılarca da iyi bilindiğini belirterek, sunumunu son iki yıla odakladı. Bu dönemde İsrail’in eylemlerinin uluslararası hukuk bakımından neden soykırım suçu kapsamında değerlendirilebileceğini açıklarken, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi raporlarından ve uluslararası hukuk belgelerinden yararlandı.

Konuşmasının bu bölümünde Karaoğlu, “soykırım” kavramının tarihine de değinerek, terimin ilk kez Raphael Lemkin isimli bir Polonyalı-Yahudi hukukçu tarafından ortaya atıldığını hatırlattı. Lemkin’in bu kavramının uluslararası kamuoyu tarafından kabul gördüğünü, 1948 Sözleşmesi’nin de bu zeminde doğduğunu ifade etti. Ancak bugün, bu kavramı üreten bir kimsenin dahil olduğu bir topluluğun bugün benzer, hatta daha vahim eylemleri Filistin halkına yönelttiğini, bunun da insanlık adına derin bir ironi ve trajedi oluşturduğunu vurguladı.

Bu çerçevede 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne atıfta bulunan Karaoğlu, sözleşmedeki tanım ve unsurları İsrail’in Filistin’e yönelik eylemleriyle karşılaştırmalı biçimde ele aldı. Sözleşmenin 2. maddesinde yer alan şu eylemlerin soykırımın unsurlarını oluşturduğunu belirtti: a) Bir grubun üyelerinin öldürülmesi, (b) Grubun üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, (c) Grubun yaşam koşullarının fiziksel olarak yok edilmesine yol açacak biçimde bozulması, (d) Grubun doğumlarını engellemeye yönelik önlemler alınması.

Karaoğlu, bu unsurların BM İnsan Hakları Konseyi’nin bulgularında da açık biçimde yer aldığını, dolayısıyla İsrail’in Filistin’e yönelik eylemlerinin soykırım suçunun unsurlarıyla örtüştüğünü tek tek açıkladı.

Karaoğlu ayrıca, Roma Statüsü’nün ilgili hükümlerine göre, İsrail’in eylemlerinin yalnızca soykırım değil, aynı zamanda insanlığa karşı suçlar (Madde 7) ve savaş suçları (Madde 8) kapsamına da girdiğini belirtti. Bu suçların uluslararası ceza hukukunda bireysel sorumluluk doğurduğunu, dolayısıyla bu tür eylemleri gerçekleştiren veya emir veren kişilerin yargılanmasının da hukuken mümkün olduğunu hatırlattı.

Son olarak Karaoğlu, olası bir ateşkesin sağlanmasının bu zulmün gündemden düşmesi anlamına gelmemesi gerektiğini, Filistin halkına yönelik bu sistematik ihlallerin unutulmaması gerektiğini vurguladı.

Ardından sözü alan Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Ali Uğur, konuşmasına bir Filistin sorununun değil, İsrail sorununun olduğunu vurgulayarak başladı. Bu hususta kullandığımız kavramlara da dikkat etmemiz gerektiğini ifade eden Uğur, siyasi ve hukuki boyutlarıyla aktüel tartışmalara odaklanmak suretiyle Filistin’in bir devlet olarak tanınması konusuna ve küresel Sumud Filosu’na dair önemli değerlendirmelerde bulundu.

Uğur bugünkü hadiselerin daha çok Gazze’de cereyan ediyor olmasına rağmen, olaya bir Gazze olayı değil, Filistin hadisesi olarak bakmak gerektiğini ifade etti. Bunun gerekçesini, Filistin’i parçalamak isteyenlerin Gazze’yi öne çıkarıp birbirinden ayrı yerler olarak zihinlere işlemeye çalışması olarak açıkladı ve Gazze’yi de içine alan bir bütün olarak Filistin kelimesini tercih etmenin önemini vurguladı.

Uğur, tanınma sürecinin, Batı bloğu içindeki farklılaşmaları ve iki yıl önceki Ekim operasyonlarından sonra oluşan yeni dengeleri göstermesi açısından kritik öneme sahip olduğunu belirtti.

Amerika ve İngiltere’nin tarihsel ve kurumsal temellerinin birbirinden oldukça farklı olduğunu ifade eden Uğur, İngiltere’nin kraliyet geleneğine ve köklü geçmişine dayanan bir diplomasi anlayışına sahip olduğunu, ABD’nin ise bir cumhuriyet ve devrimci bir devlet geleneği üzerine inşa edilmiş bir dış politika anlayışı benimsediğini aktardı.ABD’nin devlet tanımalarını genellikle “ben tanıyorsam vardır, tanımazsam yoktur” anlayışıyla ele aldığını, İngiltere’nin ise tanımayı daha nötr ve tarafsız bir süreç olarak gördüğünü ifade etti. Son dönemde İngiltere, Kanada ve Avustralya’nın Filistin’i tanıma adımlarının, Batı içindeki ciddi bir çatlağı ve İsrail’e karşı oluşan uluslararası tepkinin işaretlerini ortaya koyduğunu söyledi.

Amerika ve İngiltere’nin farklılaşmasının, iki ülkenin tamamen kopacağı anlamına gelmediğini belirten Uğur, NATO gibi alanlarda işbirliğinin sürebileceğini, ancak Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de farklılaşmaların mümkün olduğunu söyledi. Avrupa kamuoyunun baskısının da bu süreçte belirleyici rol oynadığını ifade etti. İnsan hakları ve demokrasi söylemleriyle büyüyen toplumların artık Filistin için sokaklarda görünür hâle geldiğini, İngiltere, Kanada ve Avustralya’nın attığı adımların, Washington’a açık bir mesaj niteliğinde olduğunu aktardı. Bu adımların samimiyet göstergesi mi yoksa İsrail’e ‘daha ileri gitme’ mesajı mı olduğu konusunda zamanın belirleyici olacağını belirtti.

Konuşmasının son bölümünde Küresel Sumud Filosu’na değinen Uğur, bu girişimin aşırı yorumlanmaması gerektiğini; tamamen yermenin ya da her şeyden daha değerliymiş gibi abartılı bir bakışın bu teşebbüsü tam olarak anlamayı engelleyebileceğini belirtti. Uğur, bu filonun sivil toplumların devletler karşısında neler yapabileceklerini gösteren sistematik ve planlı bir hareket olduğunu ifade etti. Bununla birlikte bazı devletlerin savaşa götürebileceği gerçeğinden hareketle kendilerinin yapamadıklarını bu sivil inisiyatife belli düzeylerde destek vermekle gerçekleştirmeye çalıştıklarını ve bunun da önemli olduğunu anlattı. Ayrıca bu tür girişimlerin, ilerleyen dönemde benzer harekâtların neler getirebileceğine dair ipuçları sunduğunu ve bunun Filistin davasına dair umut verici bir gelişme olduğunu aktardı.

Soru cevap kısmının ardından Haluk Doğan, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Taner Tatar’a, konuşmacılar Doç. Dr. Ali Osman Karaoğlu ve Dr. Mehmet Ali Uğur’a ve programda emeği geçen Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Zelha Altınkaya ile bölüm öğretim üyelerimiz Dr. İshak Turan, Dr. A. Muhsin Yıldız, Dr. Seçkin Arpalıer, Dr. Sefa Öztürk ve Dr. Yasin Öztürk’e özellikle teşekkür etti.

Programın sonunda konuşmacı hocalarımıza Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Zelha Altınkaya ve bölüm öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Alakel tarafından teşekkür belgeleri takdim edildi.